Önce bozuk düzenin adını koyalım. Bozuk düzenin adı kapitalizmdir. Kapitalizm, sermayenin ücretli emeği sömürmesine dayanır. Türkiye’de kapitalizmin en vahşi örneklerinden birisi yaşanıyor. Düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, yaygın iş kazaları ile rekorlar kıran işçi ölümleri ve sakatlanmaları… Net bir şekilde söyleyebiliriz: Hepimize “cennet vatan” olarak öğretilen Türkiye bir ucuz emek cehennemidir. Emekçilerin cehennemi patronların cennetidir. Bu vahşi sömürünün sürmesi için, emekçiler haklarını arayamasın diye, işçilerin önüne büyük engeller konmuştur. Anayasal bir hak olan grev hakkı bile sözde milli güvenlik gerekçesiyle engellenmektedir. İşçi sınıfının savunma örgütleri olmaları gereken sendikaların büyük çoğunluğu sendika ağalarının çiftliğine ve iktidarın arka bahçelerine dönüştürülmüş, kurumsallaşan yolsuzluk ve mafyalaşmaya göz yumulmuştur. Hal böyle olunca işçiler-emekçiler örgütsüzleşmiş, örgütsüzleştikçe de savunmasız hale gelmişlerdir. Güvencesiz çalışma giderek yaygınlaşmış, kiralık işçilik gibi uygulamalar devreye sokulmuş, kıdem tazminatı gibi en temel haklara bile göz dikilir olmuştur. Yani kapitalistlerin doymaya niyeti yoktur. Neticede zenginle yoksul arasındaki uçurum her geçen gün büyümektedir. Emekçiler örgütsüzleştikçe “gücü gücü yetene” durumu toplumda genel kural halini almaktadır. “Adamı” olmayanın sahipsiz kaldığı, yardakçılığın genel kural olduğu, zorbalığın prim yaptığı, kokuşmuş bir düzenden bahsediyoruz. Düzenli aralıklarla krize giren Türkiye kapitalizmi emekçileri ırkçı-mezhepçi politikalar üzerinden bölerek, birbirlerine düşürerek ayakta kalabiliyor. Tarihsel olarak da sınıfta kalmış olan bu bozun düzen değişmeli, kökünden sökülüp atılarak yerine yeni eşitlikçi bir düzen getirilmelidir.
Kapitalizm sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada sınıfta kalmıştır. Ama Türkiye özelinde konuşacak olursak şunları söylememiz gerekir: Türkiye’deki kapitalist düzen; nitelikli ekonomik gelişim, sosyal refah, temel insan hakları, burjuva demokratik gelişim, toplumsal barış, kadın ve azınlık hakları, eğitim, kültür, spor, toplumsal etik değerler gibi bütün gelişim kriterleri bakımından geri kalmıştır ve tarihsel olarak başarısızdır. Bu, Türkiye’deki sermaye düzeninin zayıflığı ve kesin yenilgisidir. Devlet katından gelen nimetlerle kısa yoldan zenginleşerek kapitalist olan Türkiye sermaye sınıfı ve onları zengin eden devlet katındaki ulusalcı-milliyetçi elitlerin birer tarihsel fiyasko olmalarının Türkiye’ye armağanı ise AKP rejimi olmuştur. AKP iktidarı ise aynı devlet çizgisini sürdürerek emekçilerin sırtından elde edilenleri patronlara peşkeş çekmiş ve bir yandan da kendi türedi zenginlerini yaratmıştır. Diğer taraftan burjuva cumhuriyet geleneğinin bugüne kadar getirdiği kırık dökük parlamenter gelenek, AKP iktidarı eliyle tek adam rejimine dönüşerek çözülüyor. Burjuva düzenin eskiden beri taşıyıcısı olduğu yoksulluk, yolsuzluk, kayırmacılık, kalitesizlik, zorbalık geleneği bugün daha da pespaye bir şekle bürünüyor; yapı, tel tel dökülüyor. Türkiye’de burjuva düzen, adına sistem diyeceğimiz bir yapı kalmayacak şekilde tek adam rejiminin keyfiliğine teslim olmuş durumda. Türkiye’deki kapitalistlerin yapabildiği tek şey ise batan geminin mallarından ne koparırsam kar mantığıyla yeni rejimin şakşakçılığını yapmak ve burjuva cumhuriyetin yarım yamalak yapılarının çözülmesini seyretmek. Emekçiler bu gidişe bir dur demeli; yağma, talan ve sömürünün egemen olduğu bu sistemden kurtulmak için sosyalizm mücadelesine katılmalıdır.
Türkiye’de kapitalistler başından beri devlet kaynaklarından gelen avantalarla semirdiler ve büyüdüler. Bu yüzden de Türkiye’deki kapitalistlerin genlerinde avantacılık var, kolay kazanılan servetler var. AKP iktidarında da değişen bir şey yok. Hatta işleyiş net bir şekilde daha pespaye hale geldi. Aslında az gelişmiş ülke burjuvazisinin tipik bir örneğiyle karşı karşıyayız. Az gelişmişliği aşamayan, toplumsal refah ve barışı sağlayamayan kapitalist sistemin efendilerinin topluma nüfuz edebilme kapasitesi zayıf, yabancı abilerine ve devlete bağımlılar, güdük ve çapsızlar… AKP iktidara geldiğinde ABD ve AB’nin tam desteğini arkasına almıştı. Türkiye’deki büyük patronlar kulübü TÜSİAD da tam gaz AKP’nin arkasındaydı. AKP ve Erdoğan onların yeni gözdesiydi. Ne var ki AKP peşi sıra seçimleri kazanıp, bir dizi büyük kavga sonucunda devlet aygıtı üzerindeki kontrolünü sağlama alınca özerklik kapasitesini arttırdı. Dünya kapitalizminin 2008’den itibaren içine düştüğü ekonomik kriz de AKP’nin özerkliğine katkıda bulundu. Önceki dönemde Türkiye üzerinde büyük tesiri olan AB kriz nedeniyle mecburen kendi kabuğuna çekildi. Dünyada da sağcı, otoriter ve popülist demagogların prim yaptığı bir evreden geçiyoruz. Bütün bunlar kapitalizmin ne kadar çürüdüğünün bir işareti. Neticede Türkiyeli burjuvalar AKP’nin ahbap çavuş kapitalizmine bir güzel adapte oldular, bu yolda AKP’nin türedi yandaş sermayesini kendilerine ortak edindiler. Ve tabi işçi sınıfı mücadelesinin AKP tarafından zapturapt altına alınması da çok hoşlarına gitti. AKP sistemin çıkmazını körüklerken burjuva mekanizmayı dağıtırken de sesleri çıkmadı. Nemalanmaya baktılar. Çünkü başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Kaypaklık ve korkaklıkları aciz olmalarından kaynaklanıyor.
AKP, çeşitli liberal çevrelerce sivilleşmeyi sağlayan bir iktidar olarak pazarlanmıştı. Güya bu şekilde Türkiye demokratikleşecekti. Sonuçlar ortada. Özgürlük ve demokrasi düşmanlığı, azgın neoliberalizm ve emek karşıtlığı sadece askerle ilgili bir konu değildir. Sivil iktidarların da benzer roller oynayabileceğini AKP göstermiştir. SEP elbette ordunun sopasına karşı mücadeleyi savunur, ama herhangi bir burjuva projenin yancısı olacak da değildir. Asker vesayetine karşı soldan, sokaktan, sendikalardan ve halk tabanından gelen bir mücadele varsa ancak o zaman gerçek bir demokrasi mücadelesi verilmiş olurdu. Yoksa iktidardaki sağcı bir partinin, burjuvazinin, çeşitli emperyalist odakların ipiyle kuyuya inilmez, demokrasi mücadelesi verilmez.
Ayrıca asker vesayeti diye etrafın velveleye verildiği zamanlarda bile AKP ve Erdoğan’ın tek adam rejimine, İslamcı toplum mühendisliğine ve otoriterliğe ne kadar yatkın olduğu gün gibi açıktı. Zaten bu sivilleşme martavallarını en çok anlatanların büyük kısmı bir süre sonra başka bir İslamcı fraksiyon olan FETÖ’nün projesine yedeklendiler. Ulusalcı-Kemalist unsurlar yüksek bürokrasiden tasfiye edilince de bu iki fraksiyon arasında sonu neredeyse iç savaşa çıkacak bir hesaplaşma başladı. Bu çatışmanın galibinin de rejimin başına tek adam olarak yerleşeceği belli olmuştu. Özet olarak demokrasi mücadelesi aşağıdan halk tarafından yürütülüyorsa SEP bu mücadelenin bayraktarı olacaktır. Yok eğer karşımızda burjuvazinin ve emperyalizmin şu ya da bu kanadının yönettiği bir çıkar kapışması varsa SEP bu tarz bir “sivilleşmenin” içinde olmaz. Örneğin 1997’de o zamanki derin devlet yapılanmalarına karşı halk arasında başlayan “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemleri” içi boşaltına dek ileri doğru atılmış muazzam bir adımı temsil ediyordu. Ama AKP ve FETÖ ile yürütülen Ergenekon Operasyonları süreci otoriterleşme sürecinin önemli bir kaldıracı olmuştur.
SEP, demokratik haklar mücadelesinin en kararlı parçasıdır. Bu mücadele sokaktan, örgütülükle, emek perspektifiyle verilir. SEP, burjuvazinin şu ya da bu kanadı ile kurulacak ittifakların içerisinde asla olmayacaktır.
Olamaz. Türkiye 55 yıldır AB kapısında olmasına rağmen Türkiye’nin demokratik haklar konusunda ne durumda olduğu ortada. Hatta AKP’nin Türkiye’de iktidara gelmesinde ve egemen odaklar arasındaki kavgalardan güçlenerek çıkmasında AB’nin payı büyüktür. AB, Kemalist asker-sivil bürokrasinin tasfiyesinde AKP-FETÖ bloğunu desteklemiştir. Yani ülkede tek adam rejiminin kurumsallaşmasında AB’nin önemli desteği olmuştur.
Avrupa Birliği’nin ne olduğunu iyi anlamak gerekir. AB, patronlar kulübüdür. Taşeron sistemi, esnek ve güvencesiz çalıştırma, özelleştirme gibi sermaye yanlısı uygulamalar AB’den devşirilmektedir ve aynı zamanda AB tarafından adeta dayatılmaktadır. Serbest piyasanın önünü açan bu hamleler Türkiye’deki patronların da canhıraş biçimde uygulamaya sokmak istediği saldırılardır. Gelgelelim bugün AB’yi demokratik haklar adına savunanların TÜSİAD’ın KOÇ gibi üyelerini de müttefik olarak görmesi ve göstermesi tesadüf değildir. Liberal odaklar, demokrasi meselesini toplumsal eşitlik mücadelesinden ayrı görmek ve göstermek gibi büyük bir kusura sahiptir. Gözlerden kaçırılmak istenen şey Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde kapitalist sistemin derin çelişkilerinin burjuva demokratik işleyişi bile mümkün kılmamasıdır. AB konusunda söylenecek en önemli konulardan biri de kuşkusuz demokratik hak ve özgürlüklerin ancak sokakta kazanıldığıdır. Hak verilmez, alınır. Yani AB’den ya da seçimlerden doğru özgürlüğün geleceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. Bu ülke özgürlükler için gerekli özveriyi göstermek zorundadır.
Değil. Karamsar bir tablo çizmeye meraklı olanlar hemen bu beylik lafı ortaya atarlar. Ya da Türkiye’de değişmeyen %65-%35 sağ-sol ayrımı vardır gibi laflar edilir. Bu tip ezberler fazlasıyla düz mantığa yaslanıyor. Bu mantığa göre toplumlar, bireyler, siyasi eğilimler hiç değişmeden aynen kalırlar. Oysa hayatta böyle bir değişmezlik yok. Düşünün 1960’lar ve 1970’lerde devrimcilik Türkiye’nin dört bir yanında fabrikalardan tarlalara varoşlardan üniversite ve orta okul çocuklarına kadar her yere yayılmamış mıydı? O zamanlar Türkiye Müslüman bir ülke değil miydi? Evet toplumlar dönüşür, sınıf mücadelesinin tayin edici rolüyle ileri atılabilirler ve geri düşebilirler. Bugün Türkiye’de sınıf mücadelesi şiddetlenir, bunun taşıyıcısı olarak sosyalist siyasi alternatifler güçlenirse dindar emekçiler de hızla sola kayacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Yeter ki bizler devrimci heyecanı yaratalım, o samimiyetin peşine düşecek yığınla genç emekçi bulacağız karşımızda. Ve sınıf mücadelesinde emekçiler de göreceklerdir ki devrimcilerin insanların ibadetiyle, giyimiyle, kuşamıyla, yaşam tarzıyla bir sorunu yoktur. Devrim mücadelesinin samimiyeti yığınla dindar emekçiyi kendisine çekecektir. Kaldı ki sosyalist mücadelenin zayıf olduğu mevcut koşullarda bile İslamcı siyasal hareketten gelen samimi unsurlar, anti-kapitalist isimli siyasi yapılanmalar oluşturup dümeni açıkça sosyalizme kırıyorlar. Düşünün sosyalist partiler sahada varlıklarını hissettirseler ne kadar büyük bir akım sosyalizmin çekimine kapılacaktır.
Türkiye’de cemaatler, işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalizmin kararlı düşmanı olmuş ve bu halleriyle de sermaye düzenine ve emperyalizme büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu cemaatlerin çok büyük çoğunluğu paraya ve güce tapan kişiler tarafından yönetilmektedir. Yoksul halkın örgütsüzlüğü ve savunmasızlığı, cemaatlerin insanları ekonomik ve dini açılardan istismar etmesine yol açmaktadır. Dinin en bağnaz şekillerini topluma empoze etmeye çalışan bu cemaatler, her türlü iktidar ve güç odağıyla kirli ve karanlık işlere girmekte ustalaşmışlardır. Devlet aygıtına sızan, devlet aygıtı tarafından kollanan bu cemaatler, vahşi kapitalizmin biçare bıraktığı insanları birer av olarak görmüş, sistemin açıklarını çok iyi kullanmışlardır. Bu unsurlar bir süre sonra devlet aygıtını teslim alacak noktaya gelmiştir. Gülen cemaatinin öyküsü budur. Diğer taraftan cemaatlerin gücünün esas kaynağı işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve sosyalistlerin zayıflığıdır. “Giyen peygamberi görüyor” diye insanlara yüksek fiyattan terlik satan şarlatanlar, meydanı boş buldukları için güçlüdürler. Zaten halihazırda bu tarz rezillikleri, menfaatçiliği ve aldatmayı gören bir sürü cemaat üyesi düzenli olarak safları terk etmektedir. Bu tarz cemaatlere bağlı anne-babalar çoğu durumda çocuklarını yanları sıra çekememektedir. Düşünün bir de bizlerin güçlenip insanların hayatlarına dokunma fırsatına eriştiğimizi. Bu cemaatlerin çevresinden de sosyalistlere kayış beklemek gerekir. Kent yoksulları sola kaydığında cemaatlerin büyük güç kaybı yaşaması kaçınılmaz olacaktır.
Toplumda eşitsizlikler ve yoksullaşma yaygınlaştıkça bunların üzerini örtmek ve savunmasız durumdaki insanların oylarını kazanmak için AKP’nin bu hamleleri hızlandırdığını biliyoruz. Buradaki anahtar kelime “savunmasız”dır. Yoksul halk örgütsüz olduğu müddetçe vahşi kapitalizm karşısında kendisini biçare hissetmektedir. Bunu fırsata çevirenler de uzun yıllardır siyasi İslam olmuştur. Örneğin cemaatlerin yükselişinde maddi imkanları olmayan insanların istismar edilmesi önemli bir basamak olmuştur.
Oysa sendikasında, derneğinde, partisinde örgütlü olan emekçiler güçlü ve bilinçli olacaktır. Kimseye kendilerini istismar ettirmeyeceklerdir. Mesele budur. Taşı sıksa suyunu çıkarak genç emekçi yığınlar, sadaka değil haklarını istediklerini elbette göstereceklerdir. Yeni bir topluma gidişat bu şekilde olacaktır. SEP, bu nedenle örgütlü bir toplum oluşturma mücadelesini yükseltmekte kararlıdır. Meselenin kısa vadeli çözümü AKP’nin ve burjuvazinin karşısına rakip olarak dikilebilmekten geçiyor. Şayet sosyalistler yoksul mahallelerde etki sahibi olmaya başlarsa işin rengi radikal biçimde değişmeye başlayacaktır.
Kaldı ki yoksul halkın daha genç ve dinamik kesimleri sadaka tarzı yardımların meraklısı değildir. Mesele bu emekçilerin hayatına dokunabilmek ve bir alternatif olarak yükselebilmektir.
Hem evet, hem hayır. Evet çünkü AKP iktidarı çok kötü bir yönetim sergiledi. Dünya konjonktürünün sunduğu ekonomik fırsatları Türkiye kapitalizminin geri kalmışlığının çözümü için harcamak yerine toplumsal fazlayı ve dışarıdan aldığı büyük borçları inşaatlara ve rant işlerine gömdü. Bu, kısa vadede kolay yoldan toplumda zenginleşme hissi yaratmak içindi. Bu arada inşaat işlerinden kendi yandaşları iş adamları ile türedi oligarklar yarattılar. Tabi ki kendi cukkalarını görmeyi ihmal etmediler. Yani mesele sadece oy değildi, aynı zamanda para da tatlı gelmişti. Şimdi ise artık dev borçlar çevrilemiyor, borçların faizleri bile döndürülemiyor. Lale devri geride kaldı. Ülke nitelikli-teknolojik üretimin çok gerisinde… Ve gelişmiş kapitalist ülkelerle aradaki makas çok açıldı ve açılmaya devam edecek. Bunun anlamı yoksullaşmadır. Borca dayalı sahte zenginleşmenin daha fazla sürüdürülemeyeceği ve AKP’nin uyduruk ekonomi politikasının çöktüğü aşikardır. 2000’lerdeki fırsatlar bir daha gelmeyecek şekilde uçtu gitti.
Diğer taraftan AKP öncesinde de az gelişmiş Türkiye kapitalizmi benzer açmazların içerisindeydi. Dönüp dolaşıp 1990’lara geri dönülmüş oldu. Şimdi ciddi bir fakirleşme yaşayacağız. Asıl önemli olsansa emekçilerin bu süreçte tepki vermesi, örgütlenmesi ve sınıf bilinci geliştirmesidir. Tabi ki bunun için sosyalist fikirlerin ve eylemlerin taşıyıcısına ihtiyaç vardır. SEP bu işi üstlenmek için yola çıkmıştır.
Ekonomik krizler illa ki siyasal sonuçlar doğurur, ama bu otomatik bir şekilde sabit bir yöne doğru işlemez. Neticede RTE sürekli beslediği kutuplaşma ortamında kemikleşmiş bir destek tabanına sahip. İkincisi muhalefet partileri çok etkisiz durumda. Üçüncüsü, AKP’nin elinde devlet ve medya gücü var. Ve son olarak emekçiler oldukça örgütsüz bir durumda. Ayrıca seçimler de giderek formalite niteliğine bürünüyor. Tablonun bütün bu parçalarını biraraya getirdiğimizde AKP’nin krizi atlatana dek iktidara yapışacağını tahmin etmek güç değil.
Ne var ki bu kriz uzun ve acılı olacak. Beklenmeyene ve sıradışı olana her zaman hazır olmak gerekir. Bu yüzden kendimize güvenmek zorundayız. Biliyoruz ki emekçilerin sosyalist alternatifi yegane çıkış yoludur. Ama işçiler-emekçiler kriz oldu diye derhal kapitalizmin kötü olduğunu sonucuna varıp mücadele için kolları sıvamayacaklar. Herşey örgütlülüğe ve siyasal bir alternatif olarak yükselmemize bağlı.
Kriz, genelde sermaye düzeninin özelde de AKP iktidarının krizidir. Bu yüzden de ilk başta “hepimiz aynı gemideyiz” martavalını bir kenera fırlatmamız gerekiyor. AKP elitleri fakirlikten geldiler, ama şu an zenginlik içerisinde yüzüyorlar. AKP iktidarı boyunca da sermayenin yükünü tuttuğunu görüyoruz. Yani ülkeyi kasıp kavuran ekonomik krizi yaratan koşullar birilerini ihya etti. Bu yüzden krizin bedelini de onlar ödemelidir. Krizin ekonomik faturası patronlara, siyasi faturası da AKP’ye çıkarılmalıdır. Ama biliyoruz ki AKP ve patronlar cephesi kendi dev borç yüklerini nasıl halkın sırtına yıkarızın derdindeler. Emekçiler olarak buna izin veremeyiz. İşsizlik artacak, hayat pahalılığı coşacak, ücretler düşecek… SEP bu gidişata karşı şu önerileri getiriyor:
İşten atmalar yasaklanmalıdır.
Artan oranlı servet vergisi getirilmelidir.
TÜPRAŞ, SEKA, TELEKOM gibi yağmacı özelleştirmeler iptal edilmeli, patronların elinden alınmalı ve dönemin sorumluları yargılanmalıdır.
Sermaye kaçışı gerçekleşen işyerlerinde işçi yönetimine geçilmelidir.
Emekçilerin örgütlenmesi, grev ve protesto yapması önündeki engeller kaldırılmalı, ifade özgürlüğü garanti altına alınmalıdır.
Enflasyon hesaplamaları emekçi halkın temel yaşam giderleri üzerinden gerçekleştirilmeli ve emekçilerin maddi kayıpları ücretlerdeki artışlarla telafi edilmelidir.
Belirli talepler etrafında mücadelenin yoğunlaşması ve gündemlerin somutlanması oldukça önemlidir. Bu dönemlerde sömürücülerin sıkça kullandığı “milli birlik ve beraberlik” retoriği emekçiler için tuzaktır. Onlar milli beraberlikten işçilerin sömürüsünü ve ceplerine indirecekleri karları anlamaktadırlar.